Avrupa’da “Jön Tükler“ler hareketi II. Abdülhamid’i tahtan indirdi ve 1908’de II. Meşrutiyeti kurdu. Bu II. Meşrutiyet yalnız siyasi bir değişme değil aynı zamanda Avrupalılaşan bir fikir faaliyetinin başlangıcı idi. 1880 ile 1920 arasında üç fikir cereyanı vardı;
1) Önce Doğunun çöküşünün sebeplerini içtimai teşekkülünün yetmezliğinde gören ve Prens Sabahattin tarafından müdafaa edilmiş bir sosyolojik reform teşebbüsü. Le Play ve bilhassa talebelerinin fikirlerini takip eden Sabahattin’e göre insan cemiyetlerinde iki farklı içtimai bünye vardı. Biri Doğu kavimleriyle bir kısım Batı kavimlerinin mensup olduğu cemaatçi tiptir. Öteki Norveç diyarlarından Anglo-sakson memleketlerine doğru gelişen infiratçı tiptir. İçersisinde ferdin cemaat tarafından yutulduğu birinci tipin dikkate değer ve metin bir terakki gücü yoktur. İkincisi, ferdi kendi şahsi teşebbüsüne bırakarak dünyayı fethetme yolundadır. Kalkınmanın biricik vasıtası, bu mektebe göre, şahsi teşebbüse sahip fertlerden müekkep bir cemiyet kurmak hedefine yeni nesle yeni bir eğitim tatbik ederek ulaşmaktır. Bu eğitim, sosyolojik anketlerden çıkarılmak üzere memleketin monografik tetkikine, aynı zamanda vatandaşlar ve içtimai zümrelere muhtarlıklarını veren bir siyasete dayanmalıdır. Bu temayül, başta gelmesi gereken bu araştırmaları hiçbir zaman gerçekleştirmediği için bir çalışma programı olarak kaldı ve teklif ettiği hedefe ulaşmadı.
2) İkincisi imparatorluğun son yıllarında çeşitli uzlaştırma temayülleri idi. Bu hareketler şunlardır:
a) Radikal batılaşma hareketi;
b) Batı ile her tülü uzlaşmayı reddeden İslamcılık hareketi
c) Öteki temayüllerle hiçbir alakası olmayan Tükçülük. Bu çatışan fikir hareketleri terkibini önce bir önder olan Ali Suavi’de; Turancı bir hümanist olan Hüseyin Zade Ali’de, nihayet Tükiye’nin çok tanınmış bir düşünüü olan Ziya Gökalp’te buldu. Gökalp’e göre bütün insan cemiyetleri birbiri ardında üç safhadan geçmişlerdir. Ve geçmelidirler;
1) Etnik safha, yahut daha doğrusu payen safha ki, burada kavimler yarı şuurlu olarak kendi kültülerini yaşarlar,
2) Üniversel veya göksel dinlerin safhası ki, orada kavimler manevi ve beşeri değerler merhalesine ulaşmışlar, bununla beraber milletlerarası bir dini cemaat içerisinde kendilerine mahsus olan karakteri unutmuşlardır,
3) Milli safha ki, orada kavimler evvelce kazanmış oldukları manevi değerleri muhafaza etmekle beraber, payen devirden kalma kendilerine mahsus karakterin şuurunu kazanmışlardır.
Bu üç Merhale, Gökalp’a göre tarihin devirlerine tekabül etmektedir: birincisi İlk çağa, ikincisi Ortaçağa, üçüncüsü Modern devre karşılıktır. Bunların yanı sıra içtimai tekâmül kronolojik zamanın akışından tamamen müstakildir. Zira asrımızın bazı kavimleri henüz hâlâ birinci safhada veya birinciden ikinciye geçiş halinde bulunmaktadır.
Her merhalede benzer karakterler gösteren cemiyetler birbirleriyle karşılıklı münasebete girerler ve cemiyetlerarası bir birlik meydana getirirler ki, bu içtimai tipe mensup olan cemiyetlerin milletlerarası medeniyetinden ibarettir. Şimdi milli medeniyetin eşiğinde bulunuyoruz. Kendine mahsus kültüü olan her millet başka milletten ayrılır; birleşik dil vasıflara sahip olması bakımından başka milletlere medeniyette yaklaşır. Bundan dolayı, bizim kendimize mahsusu bir kültüümüz olacak aynı zamanda milletlerarası bir medeniyetin üyesi bulunacağız. Kültü her millete mahsus içe ait şahsi bir ruhtur. O bundan dolayı, kelimenin sosyolojik manasiyle, subjektif bir şeydir. Halbuki, medeniyet, dışa ait, gayri şahsi, milletlerarası birleşik bir şeydir, bundan dolayı da objektiftir. Tüklerin, Hinduların, İranlıların, Arapların tarihte arkaik kültüleri vardır: Üniversel bir dine dönmüşlerdi ve milli şuurlarını tülü derecelerde tekrar kazanma yolundadırlar.
Gökalp’e göre İslam imanına sahip olmak, bir millet olmak ve modernleşmek birbirleriyle çelişik değildir; fakat karşılıklı birbirini tamamlar. Modernciler, milliyetçiler ve dini muhafazakârlar arasında çatışma sırf satıhtadır ve lüzumsuz dur. Yeter ki modernizmin veya Avrupa medeniyetini ilim zihniyeti ve teknik tatbikatı ile kabul etmenin milli bir kültüün teşekkülüne ve dini imanın muhafazasına mâni olmak şöyle dursun, onların gerektirdiğini göz önüne alalım .
II. Meşrutiyet dönemi Batılılaşma problemini toplumun en temel sorunu olarak gören ve kendilerine Garpçılar adı verilen bir grup, bu hareketin çerçevesini çok daha belirgin biçimde ortaya konmuşlardır. Bu dönemde Batılılaşma düşüncesi sistematik hale getirilmiş ve toplumunun birinci sorunu olarak sunulmuştur.
Tük Edebiyatı’nda yerli kaynaklara dönülmesi gerektiği düşüncesi 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşme imkanı buldu.Selanik kentinde yayımlanan Genç Kalemler dergisi çevresinde toplanan aydınlar ve edebiyatçılar (Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp) Tük Edebiyatı’nın her şeyden önce millileştirilmesi doğrultusunda çalışmalar yapmaya başladılar.Ömer Seyfettin’in sözünü ettiği “Milli bir edebiyat yaratmak için önce milli bir dil olması gerekir” düşüncesi , milli edebiyatın gerçekleştirmek istediği ilk hedeflerden biri oldu.
Dilin millileştirilmesi yetmiyordu.Tük Edebiyatı dilini millileştirdikten sonra Ziya Gökalp’a göre bir yandan halk edebiyatından, öte yandan da Batı Edebiyatı’ndan yararlanılmalıydı.Şiirde hece ölçüsü, dörtlük nazım birimi tercih edilmeliydi.Beş Hececi şairler bir ölçüde bunu gerçekleştirdiler.Heceyi yalınlaştırdılar.
Milli edebiyat döneminde yazılan hikaye ve romanların en belirgin özelliği, yurt sorunlarını çok geniş bir çerçeve içinde ele almasıdır.Tük roman ve hikayesi gerçek anlamda milli edebiyat (ve Cumhuriyet) döneminde İstanbul dışına açılmış, taşra ve köy yaşamını, özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarındaki acılı, yoksul ve mücadelelerle geçen yaşamı çarpıcı gözlemlerle, yıllarca ihmal edilmiş olmasını da irdeleyerek yansıtmıştır.
Milli edebiyat akımıyla birlikte gündeme gelen Tükçülük öncelikle edebiyat alanında varlığını gösterdi.Zamanla siyasal nitelik kazanarak dönemin diğer akımlarına (Osmanlıcılık, İslamcılık) alternatif oluşturdu.
Milli edebiyat dönemi (1911-1923) Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yerini Cumhuriyet dönemi edebiyatına bıraktı.Kısa süeli olmasına rağmen:
Bugünkü edebiyatın temelleri milli edebiyat döneminde atıldı
Yerli kaynaklara dönüldü (halk edebiyatından yararlanma, hece vezni)
Batı edebiyatında kullanılan teknik ve yöntemlerden yararlanıldı
( II. Meşrutiyet )DÖNEMİ HAZIRLAYICI SİYASAL KOŞULLAR
19. yy’ın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesini ve çöküşünü önleyebilmek amacıyla, birtakım siyasal düşünceler oluşturulmaya çalışılmıştı.Osmanlıcılık düşüncesi de özellikle 1860’tan sonra ilgi görmeye başlamış ve dönemin padişahı 2. Abdülhamit tarafından da desteklenmişti. Osmanlıcılık düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan bütün uyruktaki insanları Osmanlılık düşüncesi çerçevesinde bütünleştirmeyi amaçlıyordu.Ne var ki Balkan savaşlarından sonra Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde başgösteren bağımsızlık mücadeleleri Osmanlıcılığın etkisini azalttı.
II. Meşrutiyet’ten sonra ise İslamcılık düşüncesi yeniden gündeme geldi. Bu düşünceye göre bütün Müslüman topluluklar arasında bir birlik kurulacak, din birliği ilkesinden hareket edilerek Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması önlenecekti. Oysa olaylar bu düşünceye ters doğrultuda bir gelişme gösterdi; Osmanlı İmparatorluğu uyruğundaki Müslüman toplumlar, özellikle Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla bağımsızlık için başkaldırılara yöneldiler.
Batıcılık görüşünü savunanlarsa Batı’nın bilim ve tekniğinden, sosyal devlet düzeni anlayışından yararlanma ilkesini benimsemelerine rağmen genelde Osmanlıcılık düşüncesini savunuyorlardı.Bu düşüncelerin hiçbir yarar sağlamadığını gören kimi yazar ve düşünüler 19. yy’a özgü bir ulusçuluk anlayışını benimseme eğilimi gösterdiler.Başlangıçta basın ve yayın dünyasında filizlenen bu akım, daha sonraları siyasal bir içerik kazandı ve Tükçülük adıyla Tük siyasal tarihine geçti.Tükçülük düşüncesi kısa süede gelişemeye başladı, dernek ve yayın organları (Tük Yurdu, Tük Derneği) aracılığı ile kamuoyunda büyük ilgi gördü.
Tük Yurdu Derneği bir yıl sonra yerini Tük Ocağı’na bıraktı. 1913’ te yayın dünyasına giren Halka Doğru dergisi, adından da anlaşılacağı gibi genel olarak halka inmeyi, onun değerlerini, sorunlarını gün ışığına çıkarmayı ilke edinmişti.Tükçülük düşüncesi de genelde Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne bir çözüm önerisi getiriyordu: Buna göre Tük ulusu, ulus olma bilincine eriştirildiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi önlenebilirdi.Yine o dö-nemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda ilgi görmeye başlayan ulusçuluk akımı, o sırada iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nce de desteklendiği için kısa süede büyük bir gelişme gösterdi.Zamanla ulusçuluk akımı edebiyat alanında büyük bir güç olmaya başladı.
Mehmet Fuat Genç Kalemler’in yeni dil konusundaki görüşlerini benimsediler.
Genç Kalemler dergisi kapandıktan (Eylül 1912) sonra Milli Edebiyat kurucularının büyük bir bölümü İstanbul’a gelerek, Tü Yurdu gibi dergilerde yazmaya başladılar.Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Ali Kemal gibi yazarların şiddetle karşı çıkmalarına rağmen yazı ve konuşma dilini birleştirmeyi amaçlaya yeni dil edebiyat dili olarak yaygınlık kazandı.
Bir diğer kaynakta anlatılan II. Meşrutiyet Dönemi
Abdülaziz’in tahtan uzaklaştırılarak yerine gelen Abdülhamit 23 Aralık 1876 tarihinde ilk Osmanlı Kanûn-u Esasî’sini ilân etti. Böylece Osmanlı imparatorluğu anayasalı monarşi oldu. Artık devlet anayasal esaslara göre yönetilecekti. Fertler eşit ve özgü olacak, yargı organları her tülü baskıdan uzak bulunacaktı. Ancak Sultan II. Abdülhamit, Kanûn-u Esasî’de geleneksel hükümranlık haklarının bir tahdidini gördüğünden, kısa bir süe sonra meclisi kapattı ve anayasayı askıya aldı. Buna rağmen, 1876 denemesi Tükiye’de demokratik rejimin yerleşmesi bakımından önemli bir deneyim olmuştur.
Böylece, Sultan Abdülhamit’in Temmuz 1908 yılına kadar süecek istibdadı başladı. Ancak II. Abdülhamit dönemi ulaşım, haberleşme ve eğitim alanında önemli gelişmelere sahne oldu.
Avrupa’dan başlayan ve memleketin önemli merkezlerini birbirine bağlayan demiryolları yapıldı.
Edebiyat, politikadan men edilen Osmanlı aydınlarının iştigal sahası oldu. Bu alandan Batıyı konu alan veya Batıdan tercüme edilen eserleri sayesinde Osmanlı okurlarının Avrupa toplum hayatını daha yakından tanımaları mümkün oldu. Sultan II. Abdülhamit’in daha başarılı olduğu alan eğitim olmuştur. Eğitim kurumları bütün ülkeye yayılırken, kalite yükseltildi ve programlar modern konuları kapsayacak şekilde yeniden gözden geçirildi. Tükçe tedrisata ağırlık verildi. Eğitimde fırsat eşitliği sağlamak üzere fakir öğrencilere burs tahsis edildi; taşradan gelenler için yatılı okullar açıldı. Eğitim çalışmalarının hepsi bundan ibaret eğildi; mevcut okullara yeni yüksek ve mesleki okulları eklendi. Bunlar arasında hukuk, güzel sanatlar, ticaret, mülki, mühendis baytar, polis, gümrük ve geliştirilmiş yeni bir top okulu bulunmaktaydı. Darülfünun da yeniden düzenlenerek 1900 yılında eğitime başladı.
Sultan II. Abdülhamit istibdadına ilk örgütlü muhalefet çoğu öğrenci ve subay olan aydınlardan geldi. 1889 da gizli bir cemiyet kuran muhalifler kısa zamanda büyük bir muhalif topladı. Tarihimizde genç Tükler olarak bilinen muhalifler, Yeni Osmanlıların Hüriyet, Meşrutiyet ve Osmanlılık fikirlerini paylaşıyor, Kanûn-u Esasi’nin tekrar yüülüğe konmasını istiyorlardı. İsmi daha sonra İttihat ve Terakki’ye çevrilen cemiyet, yurtiçi ve yurtdışında örgütlenerek etkili bir muhalefet yaptı. Ayaklanmaya kadar varan bu baskı sonunda Sultan II. Abdülhamit, 24 Temmuz 1908’de meşrutiyeti tekrar ilan etti. 1918 yılına kadar süen II. Meşrutiyet yenileşme açısından yoğun bir uygulama dönemi olmuştur. Yapılan reformlar ve yaratılan hüriyet ortamı itibarıyla adeta Cumhuriyetin laboratuarı mesâbesinde idi.
Yapılan ıslahatlar cümlesinden olarak şehirlerde belediye teşkilatı kurulmuş, İstanbul’da mevcut olan Şehremaneti yeniden düzenlenerek şehrin temizlik, asayiş ve itfaiye işleri batı usulünde tanzim edilmiştir. İktisadi kalkınmada bankacılığın önemi idrak edildiğinden, 1917 yılında Osman İtibarı Bankası kurulmuş, Tük Ticaret Bankası da 1914 başında “Adapazarı İslâm Ticaret Bankası” adıyla bir şirket olarak teşekkül etmiştir.
Yine bu dönemde Tük kadını erkeklerin haklarına eşit haklar kazanmaya başlamış, memur olma hakkını elde etmiş, İstanbul’da İnas Darülfünunu açılarak, kızlara yüksek tahsil yapma imkanı verilmiştir. Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla önemli bir adım olarak medreselerin programları yeniden düzenlenmiş, Latin harflerin alınması konusunda ciddi tartışmalar yapılmıştır.
Ekleyenin notu: Bizde tarihçilik maalesef yazma tarihçiliktir. Biz yaşadığımızı, öğrendiğimizi değil de yaşamak istediğimizi, insanlara göstermek istediğimizi yazmayı daha çok severiz. İşte bu sebeple tarih bize hep yalan yanlış bilgilerle öğretilmiştir.
Bir tarihçi değilim, II. Meşrutiyet gibi hangi olayın iyi hangisinin kötü olduğunu bilemem ama ortada tek taraflı bir övgü varsa orada mutlak kötü bir şey vardır diyebilirim. En azından edebiyat öğretmeni olarak bunu yapabilirim.
Bir edebiyatçının gözüyle bu yazıyı okuduğumda sizlere ancak bunu söyleyebilirim. II. Meşrutiyet ‘i doğru anlamak, II. Meşrutiyet ‘i doğru okumak için etraflıca okuma yapmak, gözlem yapmak, araştırma yapmak gerekir. Ancak o zaman II. Meşrutiyet ‘i layıkıyla anlarız.
Yorum Gönderin