Klasizm, “Klasik’ kelimesi, köken itibariyle “seçme” anlamındaki Latince “classicus”tan gelmektedir. Klasik kavramı, gerek Batı dillerinde gerekse Tük dilinde farklı kişiler veya farklı dönemlerde farklı manalarda kullanılmış ve kullanılmaktadır. Söz konusu durum, tabiî olarak birtakım karı- şıklıklara sebep olmuş ve olmaktadır. Bu sebeple önce klasik kavramının anlamlarını bilmemizde fayda vardır.

Klasik: Eski Yunan ve Latin yazar/şairleri ve bunların eserleri;

Klasik : Eski Yunan ve Latin yazar/şairlerini taklit eden veya örnek alan sanatkar;

Klasik : Devir ve memleket söz konuşu olmaksızın en üstün ya- zar/şair;

Klasik : Okullarda okutulan eğitici ve yetiştirici mahiyetteki örnek e- ser/yazar/şair;

Klasik : Üzerinden çok zaman geçtiği halde değerinden bir şey kay- betmeyen, her nezih zevke hitap eden eser;

Klasik : Eskiden kalma olup alışılmış, yerleşmiş ve gelenek halini al- mış olan şey;

Klasik : XVII. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da teşekkül eden edebî bir akım.30

Saint-Beuve, Cemil Meriç ve George Duhamel, klasik kavarımını ve klasik sanatkarı şu şekilde tarif ederler:
(Klasik sanatkar); “İnsan zekasını zenginleştiren, hazinesine ger- çekten bir şeyler katan, onu bir adım daha ileri götüen, tereddüde yer açmadan manevî bir hakikati keşfeden, yahut meçhul bir tarafı kalmadığı sanılan insan kalbinde öteden beri var olan bir ihtirası bulup ortaya atan; düşüncesini, müşahedesini veya buluşunu herhangi bir şekilde, bununla beraber geniş ve büyük, ince ve makul, sağlam ve haddi zatına güzel bir şekilde açıklayan, kendine mahsus bir üslupla ama içinde herkesin kendi üslübunu bulduğu bir üslûpla, hiçbir yeni kelimeyi ihtiva etmediği hâlde yeni olan bir üslûpla, aynı zamanda hem yeni hem eski olan bir üslûpla bütün çağların kolaylıkla anlayabileceği bir üslûpla yazan adamdır.“31
(Klasik sanatkar); “İnsan zekasını zenginleştiren, soyumuzun ortak hazinesine yeni değerler katan, açık seçik bir hakikat bulan; tanıdığımızı, her köşesini taradığımızı sandığımız insan kalbinde, ezelden beri mevcut bir tutkuyu gün ışığına çıkaran; düşüncesini, gözlemini, buluşunu, geniş ve büyük, ince ve makul, sağlam ve güzel bir biçimde ifade edebilen; kendisine has bir üslupla herkese seslenen yazar“dır.32
“Klasik yazar, elindekinin hepsini harcamayan, becerebildiğinden fazlasına el atmayan, sesinin izninden daha yüksek konuşmayan, yedekleri olan, kendini tutan, kendine kurallar bulandır.
Bizim konumuz, elbette ki edebî bir akım olan klasisizmdir. Ancak bu noktada da aydınlığa kavuşturulması gereken bir başka husus daha vardır. Bu, hangi dönemin klasik dönem olarak kabul edildiği/edileceği ve klasisizm akımının hangi dönemde geçerli olduğudur. Zira kaynaklara bakıldığında bu konuda birtakım farklı değerlendirmelerin yapıldığı görülecektir. Mesela Sevim Kantarcıoğlu, Eski Yunan ve Latin dönemini “klasik dönem”, Rönesans sonrasını ise “neoklasik döneni’ olarak isimlendirmekte ve neoklasik akım/dönemin Rönesansla başlayıp Fransız İhtilaline (1789) kadar südüğünü vurgulamaktadır. Halbuki çoğu kaynaklar, XVII. yüzyılda Fransa’da doğan ve uzun süe Batı sanatlarına hakim olan sanat akımı için “klasisizm” kavramım kullanmaktadırlar. Bu kaynaklardan bazıları, XIX. asrın sonlarında sembolizme tepki olarak gelişen sanat anlayışım ise “neoklasisizm” olarak isimlendirmektedirler.

Bir sanat/edebiyat akımı olan klasisizm, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren teşekkül etmeye başlamış, XVII. yüzyılın ortalarından XVIII. yüzyılın başlarına kadarki dönemde (1660-1700; bu sebeple “1660 mektebi”de denir) en ihtişamlı dönemini yasayarak en mükemmel eserlerini vermiş, XVIII. asrın sonuna kadar da varlığım südümüştü. Kendisinden sonra gelen romantizmin XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren teşekkül ettiği düşünülüse, Batı sanat tarihinin en uzun ömülü akımının klasisizm olduğu görülü.
Bu arada klasisizmin, hümanizmin -birtakım farklılıklarla birlikte- daha şuurlu ve daha kurallı bir devamı olduğu gerçeğini de hatırlatmak isteriz. Nitekim hümanizmin başlangıcından romantizmin başlangıcına kadar olan dönemin neoklasik dönem olarak isimlendirilmesi, bu gerçeğe dayanır. O zaman Batı toplumlarının dört aşırdan daha uzun bir süe –genel manasıyla- klasisizm ekseninde bir sanat anlayışı içinde yaşadığı ve her tülü sanat eserlerini bu ana eksen etrafında şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Elbette ki söz konusu akımın başlangıç ve bitişi, prensipleri, bu prensipler çerçevesinde vücut bulan eserlerin nitelikleri ülkelere göre birtakım farklılıklar arz etmiştir. Bu sebepledir ki Yusuf Şerif, klasisizmi kendi içinde iki devreye ayırır:34
a- Birinci devre: Fransa’da XIV. Louis, İngiltere’de Resterasyon ile kraliçe Anne dönemidir. Asıl klasik devir olan bu dönemde, Rönesanstan devralınan edebî an’ane esastır.
b- Nur devri (Aydınlanma Çağı): Akılcılığın hakim olduğu; aklın gerçekliğini kabul etmediği değerlerin reddedildiği; nesrin ve hassasiyetin güçlendiği dönem.

KLASİSİZMİN DOĞUŞ ZEMİNİ

Klasisizm, öncelikle hümanist felsefe, Rönesans ve reform hareketlerinin yaşandığı sosyal, siyasî, ekonomik, kültüel ve felsefî ortamda filizlenmiştir. İlke ve nitelikleri bölümünde daha iyi görülebileceği gibi, kendini besleyen öz su, Antik Çağ’dan gelmekle birlikte, toprak Rönesans dönemidir.
Bunun dışında klasisizmin doğuş zemininde dikkati çeken ilk husus, her şeyden önce bir mutlak monarşi devri olmasıdır. Zira bu dönemde sosyal hayat, merkezî otoritenin kesin kontrolüne girmiş, dolayısıyla bir istikrar devri oluşturulmuştur. Rönesans ve reform hareketleri ve bundan sonraki gelişmelerle, kilisenin sert kurallarım, derebeyleri ve asillerin hakimiyetini büyük ölçüde kıran Avrupa, hareketli bir döneme girer. Daha önceki değerler sistemi alt üst olur. Özellikle din ve mezhep konusunda çatışmalar, savaşlar yaşanır. Mesela klasisizmin beşiği olan Fransa’da kırk yıl süen din/mezhep savaşları (1560-1600) yaşanır. Söz konuşu savaşlar, çatışmalar, çalkantılar halkı bıktırmış; bu da özellikle XVII. yüzyılın basından itibaren güçlü bir düzen, istikrar ve disiplin arzusu doğurmuştur. XVI. yüzyılın sonunda Fransa tahtında bulunan IV. Henri, birtakım başarılardan sonra ülkesinde huzuru ve otoriteyi sağlamıştır. Ardından gelen XIV. Louis yönetimi, bu istikrar ve huzuru daha da perçinler. Teşekkül eden mutlak monarşi, siyasî istikrarın yanında iç barışı da sağlamış, derebeylerin hakimiyetini ortadan kaldırmış ve güçlü bir merkezî otorite oluşturmuştur. Merkezî otoritenin başında bulunan kral, hem ülkenin sahibi hem ilahî kudretin, aklın ve mantığın timsali hem de sanat ve sanatkarların koruyucusudur. Aynı zamanda o, kilisenin de başı ve hamisidir. Kralın dini (Katolik mezhebi), herkesin dinidir.
Bu dönemin kültü, sanat ve fikir merkezleri, çok büyük ölçüde büyük şehirler; buralarda yaşayan aristokratların sarayları ve burjuva salonlarıdır. Rönesans ve reform hareketlerinin getirdiği ekonomik hareketlilik ve mutlak monarşi ortamı, Batı toplumlarında yeni bir sınıfın doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ekonomik durumu iyileşen orta sınıf, gittikçe güçlenmiş, asillere karşı kralın yanında yer almıştır. Bu yeni sınıfın adı burjuva’dır. Sanat/edebiyat, kralın sarayından sonra aristokrat ve yeni bir sınıf olma mücadelesi veren burjuvaların salonlarında hayat bulur. Zira aristokratlar ve burjuvalar da sanat ve sanatkarı korur; kendi kanatları altına alırlar. Böyle bir düzenin parçası olan sanatkar, sanatını ister istemez hamilerinin zevkine göre şekillendirir. Bu sanat/edebiyat, yıkıcı değil, koruyucu; başıboş değil, düzenli ve küçük bir kibar, zengin azınlığın sesidir. Adı geçen sınıfların toplantı veya partilerinde kadının da öne çıkması ile birlikte zevkte, hislerde, dilde ve sanatta belli bir incelik doğar. Zaten böyle bir otorite ortamında sanatkarın ne sosyal, siyasî, ekonomik meselelerden ne de dinî meselelerden bahsetmesi pek mümkün değildir.
Klasisizmin doğuş zeminindeki bir başka önemli faktör, sosyal, siyasî, ekonomik hayata paralel olarak kültü hayatında da birtakım gelişmelerin yaşanmasıdır. Mesela François de Malherbe (1555-1628), 1605 yılından itibaren dil ve şiir alanındaki teorileri ekseninde birtakım yenilikleri hayata geçirmeye başlar. Malherbe, Fransızca’nın karışıklıklardan, yabancı kelime ve deyimlerden, çapraşık cümlelerden, abartılı imajladan, fantezist kullanımlardan arındırılıp sadeleştirilmesi gerektiği kanaatindedir. Bu konuda da hamalların konuştuğu dilin örnek alınmasını ister. Onun dil konusundaki bu çalışmalarının gerisinde, Rönesans dönemi edebiyatının halkın dilinden uzak sun’î bir dil kullanmasına duyulan tepki yatmaktadır, Malherbe’ye göre şiir; ilham üünü olmamalı, ferdî duyguları ön plana almamalı, belli bir disiplin dahilinde kaleme alınmalı, aklın süzgecini rehber edinmeli, herkese hitap edebilecek gerçeği esas almalı, muhteva-şekil-dil unsurları arasında bir denge kurulmalıdır.
Malherbe’nin ölümünden sonra, bu görevi kardinal Richelieu üstlenir ve 1635’te Fransız Akademisi’ni kurar. Fransız Akademisi’nin klasisizmin teşekkül ve varlığını südümesinde büyük bir rolü vardır. Akademi, klasik zevki, gelenekleri ve sağduyuyu koruyan muhafazakar bir kurumdur. Devrin önde gelen sanatkar ve düşünülerini bir araya getiren akademi, bir ölçüde edebî hayatın yönlendirilmesi ve tanzimim üstlenmiştir. Mesela akademinin 24. maddesi şöyledir: “Akademinin başlıca görevi, dilimize kesin kuralları vermek, onu arı, iyi anlatımlı kılmak ve sanatlarla bilimleri nakledilebilecek duruma getirmek hususunda bütün çaba ve özenle çalışmak olacaktır.”35 Muhafazakar bir anlayışa sahip olan akademi, bir yandan an’aneleri ve zevk-i selimin korunması, devam ettirilmesini üstlenirken, öte yandan kaideler belirler, edebî eseri tenkit süzgecin den geçirir. Bunun yanında prensiplerine uyan sanatkarları bünyesinde toplar ve onları korur.
Zamanla gerek Fransa’da, gerekse diğer Avrupa ülkelerinde yeni şubeler açarak yaygınlaşan akademi ve Arkadya’ar, edebî ve kültüel hayatın düzenlenmesi ve yönlendirilmesinde büyük fonksiyonlara sahip olurlar. Klasisizmin fikrî ve felsefî temelinde, öncelikle Rönesans döneminin birikimi vardır. Özellikle iki Yunan filozofu Eflatun (M.Ö. 427-347) ve Aristo’nun (M.Ö. 384-322) düşünceleri, yeni yorumlarıyla bu dönemde de esas olmaya devam eder. Bu sebeple Aristo ve Eflatun’un yukarıda özetlenen felsefelerine yeniden bakmak gerekecektir. Zira bu iki filozofun düşünceleri sadece hümanizm ve klasisizmin değer veya prensiplerim oluşturmakla kalmaz, diğer akımların da pek çok noktada temelini oluşturur.
Bununla birlikte XVII. ve XVIII. yüzyılın filozof ve düşünülerim; bunların düşünce ve felsefî hayata getirdikleri yeni yorumları unutmamak gerekir. Bunlar; Descartes,36 Montesquieu,37 Voltaire,38 Diderot,39 ve Jean Jacques Rousseau’dur.
Klasisizmin vücut bulup hayatiyetini südüdüğü XVIII. yüzyıl, Avrupa tarihinde Aydınlanma Çağı/Akıl Çağı/Nur Devri olarak kabul edilir. Aydınlanma; “Avrupa’da XVII. yüzyılın ikinci yarısıyla, XIX. yüzyılın ilk çeyreği kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların (Descartes, Spinoza, Bacon, Locke vb.) aklı insan yaşamındaki mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla seçkinleşen kültüel bir döneme. bilimsel keşif ve felsefî eleştiri çağma, felsefî ve toplumsal harekete verilen ad”dır.40
Aydınlanma Çağında, Rönesansın getirdiği rasyonalizm, natüalizm, lâisizm ve individüalizm (bireycilik) gihi değerler, çok daha sağlam zemine oturtulur ve bir zihniyet olarak hayata mal edilir. Püütanizme tepki olarak gelişen Aydınlanma Çağı, “sezgiye, mistisizme, insan hayatı ve maddeyi inkar eden Orta Çağ tutumuna, dinin dogmalarını akılla bağdaştırmaya çalışan skolastizme, Hristiyanlıktaki akıl dışı unsurlara ve batıl inanışlara karşıdır.”41 Özellikle düşüncenin dünyevîleştirilmesi, bu dönemin en belirgin niteliklerinin basında gelir. Rönesans döneminde daha çok ütopik olan düşünce, bu dönemde çok daha reeldir ve yaşanan güne ve dünyaya yöneliktir. Gökyüzünden yeryüzüne inen felsefe, hem bir kültü felsefesi hem de bugüne kadar görülmeyen bir bilim felsefesi oluşturarak her tülü sosyal, ilmî ve teknolojik gelişmelerin motor gücü fonksiyonunu üstlenir. Böylece modern felsefenin temelleri atılmış (Francis Bacon, Descartes), klasik fizik kurulmuş (Galileo, Newton, Kepler), matematikte (Descartes, Newton, Leibniz, Pascal, Pierre de Fermat) büyük gelişmeler sağlanmıştır. Söz konuşu ilmî gelişmeler çok geçmeden meyvelerini verir ve Aydınlanma Çağı aynı zamanda sanayinin başlangıç çağı olur.
Aydınlanma Çağı filozoflarından Descartes, felsefesini, metotlu bir şüphe üzerine kurarak “düşünme”yi esas alır, Ona göre, gerçek bilgiye ulaşabilmek için, önce mevcut bilgilerimizden şüphe etmemiz gerekir. Gerçekliğinden şüphe edilemeyecek tek şey, bu şüphemizdir. Tabiî ki şüphe, gerçeğe ulaşmada düşünme yeteneği ve aklın aracıdır. Bu sebeple Descartes, felsefesinin özünü, “Düşünüyorum öyleyse varım.”cümlesiyle formüle eder. Akıl ve mantığın mutlak egemenliği, onun felsefesinin temelidir. Zira duygular yanıltıcıdır. Aklın kabul etmediği veya edemeyeceği bir şeyin değeri yoktur. Ruhumuzun iki temel ihtiyacı vardır; bilgi ve hakikat. Bunlara ulaşmanın tek vasıtası da akıldır, iyi idare edilen bir aklın ulaşamayacağı gerçek ve hakikat yoktur. Akıl, iradeye ışık tutmak, onu aydınlatmak suretiyle insanın iç dünyasın) da yönetmeli, tutkulara gem vurmalıdır. Kısacası; insanın iç dünyası, aklın denetimi altında olmalıdır.
Descartes, gerçeğin aranması hususunda kesin olarak uyduğu dört kuralı şöyle izah eder: “Bunlardan birincisi; kat’î ve tam bilmediğim hiçbir şeyi ‘gerçek’ olarak kabul etmiyordum. Başka bir deyimle, hükümlerimde tahminlerden ve acelecilikten kaçınıyordum. Son derece açık ve seçik olarak zekama hitap etmeyen, doğruluğundan ufak bir şüpheye kapıldığım şeyleri, ‘gerçek’ olarak kabul etmiyordum.
ikincisi; güçlükleri daha iyi çözebilmek için, bunları mümkün olan parçalama ayırarak düşünüyordum.
Üçüncüsü; düşüncelerimi bir sıraya koyuyor, kavranması kolay meselelerden başlayarak, gittikçe zorlaşan karışık meselelere doğru yol alıyordum. Birbirlerine tercihi güç meseleleri de kendime göre bir sıraya koyuyordum.
Nihayet son olarak; ele aldığım meselelere yeniden bir göz atarak, gerçeğin meydana çıkmasına yarayan hususlardan hiçbirinin unutulmamış olmasına dikkat ediyordum.”42 işte klasisizm, böyle bir sosyal, siyasî, ekonomik ve kültüel ve felsefî ortamda doğar, gelişir ve eserlerini verir.

KLASİSİZMİN SANAT / EDEBİYATTAKİ İLKE VE NİTELİKLERİ

1- Evrensel İnsan Tabiatı: Klasisizm çok büyük ölçüde şu üç temel kavram üzerine oturur; akıl/sağduyu, gerçek, tabiat. Klasiklere göre sanat bir taklittir. “Neyin taklidi?”, diye sorduğumuzda, “Tabiatın taklidi.” cevabını alırız. Ancak bu cevapta açıklanması gereken bir kavram vardır; tabiat. Buradaki “tabiat”, dış dünya değil “insan tabiatı”dır. O zaman klasisizme göre sanat/edebiyat; insan tabiatının taklidi’dir. Bu tavır, klasik edebiyatı çok büyük ölçüde psikolojik yapar, insan tabiatının dışındaki tabiat, yani dış dünya ve oradaki varlıklar, klasik sanatkarı pek ilgilendirmez. Hatta, dış tabiatı esere sokmak bir hastalık alameti ve kusurdur. Bunu söylerken klasiklerin dış tabiattan hiç bahsetmedikleri veya dış tabiatı eserlerine hiç sokmadıkları söylenemez elbette. Ancak j. j.Rousseau’ya kadar dış tabiat, estetik bir gözle görülmemiş ve keşfedil- memiştir.
Klasik sanatın muhtevadaki özü ve esasım teşkil eden “insan tabiatı”, kavramı da izaha muhtaçtır. Zira klasisizm, insan tabiatının taklidi derken, herhangi bir insanın; yani Ali’nin veya Veli’nin tabiatının taklidini değil, “genel veya evrensel insan tabiatının taklidi”ni kasteder. Genel insan tabiatı, insanın bütün çağlarda ve bütün toplumlarda gerçekliğini ve geçerliliğim kaybetmeksizin zamanımııza kadar akıp gelen insanî değerlerdir. “… Klasik bir edebî eserde özü oluşturan insan tabiatı, sanatçının dışında varlığı ve gerçekliği kabul edilmiş kavramsal bir gerçektir. O halde klasik bir sanatçı sanat ortamının kendi dışında varlığı, gerçekliği ve evrenselliği kabul edilmiş bir gerçeği sanat ortamı içinde, maddede gerçekleştirmek, onun bir benzerim’ sanat ortamı içinde yaratmak zorundadır.”43 Bir başka ifadeyle, edebî eserin özü, insan tabiatım, insanın ruh tecrübesini, yaşadığı değişme ve olgunlaşma süecini, bütünlük içinde verebilmektir. Böylece sanatkar, insana varabileceği en yüksek hedefi göstermiş, ideallerin bilincine erdirmiş, kendi şahsında o yüce ideali gerçekleştirme imkanına kapı aralamış olacaktır. Bu sebeple sanatkar, ev rensel bir formu sanat ortamına aktarabilen kişidir. Söz konusu evrensel gerçeği en karakteristik çizgileriyle yakalamak ve sanat ortamında canlı olarak somutlaştırabilmek için, sanatkarın evrensel gerçeği sezgiye dayanan aklıyla yakalayabilmesi şarttır.
Genel veya evrensel insanı, insan tabiatım esas almak, elbette ki özel insandan uzaklaşmayı, onu bir kenara bırakmayı icap ettirir. Bir başka ifadeyle klasisizme bağlı bir sanatkar, bireylere ve bireyden bireye değişen insan tabiatına yönelmez. Çünkü asıl olan farklılıklar değil, genel ve evrensel olandır. Böyle bir anlayış, tabiî olarak, her insanın klasik sanatkarın eserine girmesine imkan tanımaz. Sanatkar eserine alacağı insan konusunda bir seçime gider. Belli bir kültü, medenî zevk ve ekonomik güce sahip, bedenen ve zihnen kusursuz insanları tercih eder. Özellikle trajedilerde krallar, kraliçeler, prensler, soylular ve mümkünse eski Yunan ve Roma medeniyetinin temsilcisi durumundaki insanlar seçilir. Bu insan aynı zamanda belli bir tipin (kahraman, kıskanç, cimri, korkak, bilgiç, asker, kral vb.) temsilcisi durumundadır. Karakter itibariyle genel insanı temsil etmekten yoksun olanlar (köylüler, köleler, çocuklar, cahiller, sakatlar vb.) edebî eserin şahıs kadrosunda yer alamazlar. Ayrıca genel insan tabiatında görülen ehemmiyetsiz, aşağı, alçaltan ve utandıran vasıflar üzerinde de durulmaz. Bu tü insanı alçaltan vasıflardan uzak durulur, hatta yasaklanır. Zira bu nitelikler, hayvanda da vardır. O halde insanı insan yapan değerler onlar değildir. Nitekim klasik trajedilerde birtakım ihtirasların sebep olduğu aşağı duygular ve bunların sonuçları sahneye getirilmez.
Kısacası klasisizm, ferdî olanın değil, genel olanın; mahallî ve millî olanın değil, evrensel olanın; anormal olanın değil, normal olanın; modanın değil, geleneksel olanın; belli bir zaman diliminin değil, bütün zamanların peşindedir ve bunları tercih eder. Zira orijinalite, başkalarından farklı olan yanlarımızda değildir. Bu noktada da sanatkar objektif veya nesnel ve orijinal olmak mecburiyetindedir. Ancak burada şu soru sorulabilir: “Acaba hep belli sınırlar içindeki insan özü üzerinde durmak, sanatkarın tekrara, taklide düşmesine veya eserin büsbütün soyutlaşmasına zemin hazırlamaz mı?” Klasikler için önemli olan konunun yeniliği değil, onun biçim ve üslup mükemmelliği içinde işlenebilmesidir. Üstelik bu tavır onları evrenselliğe götüü.

2- Gerçek: İnsan tabiatım esas alıp onu belli bir konu çerçevesinde işleyecek olan klasik sanatkar, konu ve olayların gerçeğe benzer olmasına dikkat etmek zorundadır. Seçilen konu ve olaylar, her aklın veya herkesin kabul edebileceği gerçeklik sınırları içinde kalmalıdır. Edebî eserde ifadesini bulan gerçek, felsefî veya evrensel anlamda ve kendi içinde tutarlı, dış dünya gerçeklerinden bağımsız, edebî eserin bütünlüğü içinde gerçekliğe ve geçerliliğe sahiptir. Akımın kuramcısı Boileau bu konuda şunları söyler: “…akıl ve mantığı şeviniz, eserleriniz daima en büyük süsünü ve değerini ondan alsın. Tabiattan hiç ayrılmamalı. Çünkü tabiat, hakikattir. Hakikatten başka hiçbir şey güzel değildir. Yalnız o sevimlidir. Sahte şey daima tatsız, can sıkıcı ve yorucudur. Aklınızla bir seçim yaparak tabiatı taklit ve tasvir ediniz. Bize, insan kalbinde değişmeden kalan şeyleri tanıtan ‘eskiler’i inceleyiniz.” Aristo ise; “Ozan’ın ödevi, gerçekten olan şey değil, tersine, olabilir olan şeyi, yani olasılık ya da zorunluluk yasalarına göre olanaklı olan şeyi anlatmaktadır.”44 der.
Bu cümlelerdeki hüküm, klasik sanatkarın temel ilkelerinden biridir. Çünkü yaşanmış öyle gerçekler vardır ki, insan aklı ve mantığım zorlar. Bu sebeple klasisizmde olağanüstüye, harikuladeye, şaşırtıcıya, fanteziye yer yoktur. Bu noktada belirtilmesi gereken bir başka husus; toplumun gelenek, görenek ve törelerine uymak, onlara saygı duymak gerektiğidir. Eğer bir şey gelenekleşmişse, bu durum o şeyin doğruluğunu, gerçekliğini, insan tabiatına uygunluğunu ortaya koyar.

3- Akıl/Sağduyu: Klasisizmdeki bir başka prensip; aklın kesin rehberlik ve kontrolörlüğüdü. Akıl, her yerde ve her devirde yanılmaz, aldanmaz, şaşmaz ve bizi daima doğru olana götüü. Aklın dışında bizi hakikate götüecek bir başka meleke yoktur. Doğru olan da güzeldir. Üstelik akıl bütün insanlarda bir; duygu, muhayyile ve hassasiyetler ise farklı farklıdır. Bu sebeple klasik sanatkar kendine veya duygu, sezgi, ilham ve intibalarına, aklı rehber olarak seçmek zorundadır. Zira onun için asıl olan geçici değil ezelî olan, arızî olan değil değişmeyen’dir. His, hayal ve duyguyu, akıl ve mantığın kontrolünde tutan klasisizm, şahsîlikten, lirizmden nefret eder. Gücünü gönülden değil, akıldan almaşı sebebiyle klasisizm, çok büyük ölçüde zihnîdir.

4- Gayr-i Şahsîlik: Klasisizm, gayr-i şahsî bir sanat anlayışına sahiptir. Bir başka ifadeyle, akımın prensiplerinden bir diğeri, ferdîlik ve lirizmin esere sokulmamasıdır. Yani, sanatkar eserinde kendi hayatından, duygularından, acılarından, düşüncelerinden bahsedemez; kendini anlatamaz; olayları, insanları, varlıkları kendi kabul veya redleriyle yargılayamaz. Zira, -yukarıda da belirttiğimiz gibi- akımın esas endişesi şu veya bu şahıs değil, genel insan ve genel insan tabiatı/özüdür.
Shakespeare’in Ham/efinde yer alan aşağıdaki cümleler, klasisizmin söz konusu ettiğimiz ilke ve niteliklerini daha açık bir biçimde ortaya koyacaktır. Hamlet, tiyatro oyuncusuna şu uyarılarda bulunur:
Hamlet: ” – Verdiğim parçayı, ne olur, dediğim gibi, rahat, özentisiz söyle. Çünkü birçok oyuncular gibi söz parlatmaya kalkacaksan, mısralarımı şehrin tellalına okuturum daha iyi. Elini kolunu da havalara savurma öyle; ölçüsünde, tadında bırak her şeyi. Duyduğun coşkunluk bir sel, bir fırtına, bir kasırga gibi de olsa, onu dindirecek bir hava bulmalı, buldurmalısın. Doğrusu, yüekler açışı geliyor bana gübüz bir delikanlının, takma saçlar, sakallar içinde, bir acıyı yüeğini paralarca, didik didik ederce bağırıp halkın kulaklarım yırtması; o halk ki çok kez anlaşılmaz dilsiz oyunları, güültü, gümbütüyü sever. Bir oyuncu Termagant’ın kendisinden daha yaygaracı, Nemrut’tan daha Nemrut oldu mu, hak ettiği şey kırbaçtır bence. Bu hallere düşme, rica ederim. (…)
Fazla durgun da olma; aklım kullanıp ölçüyü bul. Yaptığın söylediğini tutsun, söylediğin yaptığım. En başta gözeteceğimiz şey, yaradılışa, tabiata aykırı olmamak. Çünkü bunda sapıttık mı tiyatronun amacından ayrılmış oluruz. Doğduğu gün de bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup ne olmadığını ortaya koymak. Gerçeği büyültmek ya da küçültmekle bilgisizleri güldüebilirsiniz, ama bu bilenleri üzer; oysa bir tek bilgili dost, bilgisiz bütün bir kalabalıktan daha önemli olmalı sizin için.”45

5- Eski Yunan ve Latin’e Dönme: Klasisizmin bir başka temel prensibi, kuruluşunda da gördüğümüz gibi- eski Yunan ve Latin sanatkar ve eserlerinin hemen her bakımdan örnek almaşı; estetiğini bu kaynaktan temin etmesidir. Bundaki amaç, klasik değerlerin yaşatılmasıdır. Söz konusu örnek alış, çoğu zaman onlara duyulan hayranlığa adar yükselir. Çünkü bahis konusu sanatkarların eserleri, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen değerlerinden hiçbir şey kaybetmemiş, bütün dünyada sevilerek okunmaya devam edilmiştir. Bu durum, Eski Yunan ve Latin eserlerinin evrenselliği kadar, sanat değerinin de ne kadar güçlü olduğunun; insan tabiatını ne ölçüde başarıyla işlediğinin açık delilidir.
Du Bellay bu konuda şunları söyler: “Sen ey geleceğin şairi, önce Yunan ve Latin şairlerini oku, bir daha oku: Toulouse edebiyat yarışmalarında, Puy de Rouan’daki o eski Fransız şiirlerini, rondeau’ları (lirik şiir), ballade’ları, virelai’leri, krallık tükülerim, şarkıları, bunlar gibi dilimizin anasını ağlatan, cehaletimizi göstermekten başka hiçbir işe yaramayan tüm kıvır zıvırları benim gibi eskimişlere bırak. (…) Yararlıyla tatlıyı bir araya getir, hayasızlığa kaçmayan, elegie’lerin (eski bir Yunan şiir tarzı) o yumuşak, akıcı üslubuyla, ovide gibi, tibulle gibi, properce gibi dizelerini imbikten geçir. Yazdıklarını zaman zaman küçük şiir oyunlarıyla değil, eski masallarla süsle. Sesi Yunan ve Roma lyre’ine göre düzenlenmiş bir lavta eşliğinde, Fransız diline henüz yabancı ode’ları şakı bana, eski ender kalıntılar ve bilgeliklerden hiçbir şey bulunmasın onlarda./ … Yazacaksan onları Ovide’in elegie’leri ya da Horace’in özdeyişlerle, oturaklı sözlerle bezediği dizeleri gibi yaz, o üstün yere yücelt.”46
Klasiklerin Eski Yunan ve Latin eser veya sanatkarlarma yönelişleri, mutlak anlamda bir taklit manasına gelmez. Onlar benzerlikler içinde de orijinaliteyi yakalayabilecekleri kanaatindedirler. Ayrıca klasikler, hümanistlere göre bu konuda daha seçici ve daha mutedildirler. XVIII. Asırdan itibaren hümanist ve ilk klasikler de örnek alınmaya başlanır. Bu prensip, klasikleri millî, mahallî olmaktan uzaklaştırıp beşerî ve evrensel olmaya götü.

6- Kuralcılık: Kuralcılık ve kurallara bağlılık, klasisizmin bir başka temel niteliğidir. Sosyal hayattaki nizam, disiplin ve istikrar arzusu ve olgusu, sanata da yansımış ve yankısını bulmuştur. Bu sebeple klasisizm döneminde, öncelikle edebî tüler tasnif edilmiş, birbirinden ayrılmıştır. Her tüün de belli kuralları ve sınırları vardır; birinden ötekine geçilemez veya tüler birbirine karıştırılamaz. Mesela dönemin en yaygın tüü olan tiyatro, kendi içinde ikiye ayrılır: trajedi ve komedi. Trajedinin belli kuralları vardır. Bunların basında da “üç birlik kuralı” gelir. Bu kurala göre trajedi, tek bir mekanda yaşanan tek bir ana olay ekseninde şekillenmelidir. Üstelik bu olay, kısa bir zaman (genelde yirmi dört saat) içinde cereyan etmelidir. Zira önemli olan sergüzeşt değil, o tek bir olay çevresinde su yüzüne çıkan insan tabiatının yakalanması ve ifadesidir.

7- Zevk Vererek Eğitmek: Klasisizm, sanata ahlakî ve eğitici bir gaye yükler. Akımın amacı; okuyucu/seyircinin sanat eserinden hareketle nasıl olması veya olmaması gerektiğini öğrenmesi; yanlış, aşağı, adî değerlerden uzaklaşarak ideal insanın yüce değerlerine ulaşmasıdır. Bununla birlikte klasisizmi sadece ahlakîlik ve eğiticilikle sınırlandıramaz; didaktik olmakla nitelendiremeyiz. Zira akım, en az bunun kadar güzelliği sanatın temel niteliği; dolayısıyla estetik haz verme fonksiyonunu da temel işlevi olarak kabul eder. Zevk vererek eğitmek ifadesi, klasik sanatın bu konudaki tavrını çok daha iyi ifade eder. Nitekim Boileau, “Okuyucuya ancak hoşuna gidebilecek şeyi sunun.” derken, Moliere ve Racine, “hoşa gitme”yi en büyük kural olarak değerlendirirler. “Esas kural hoşa gitmek ve duygulandırmaktır. Diğer bütün kurallar sadece bu esas kurala ulaşmak için konulmuştur.” (Racine) “Bilmek isterim acaba bütün kurallardan da büyük kural hoşa gitmek değil midir?” (Moliere) Böylece klasik sanat soğuk, kuralcı, didaktik ve soyut olmaktan kurtulur. Bununla birlikte klasik edebiyat, nispeten dar bir zümrenin, saray ve şehrin edebiyatıdır ve seçkin insanlara hitap eder.

8- Bütünlük: Klasisizmin bir başka ilkesi, edebî serin, “organikbütün” olarak görülmesi ve bu bütünlüğe büyük önem verilmesidir. Klasiklere göre, edebî eseri teşkil eden parçalar, hem bütüne benzemeli, bütünle uyum içinde olmalı hem de bütününden farklı olmalıdır. Bütün parça ilişkisinde dikkat edilmesi gereken bir başka husus ise, bütün parça dengesidir. Bu konuda klasisizmi en iyi ifade eden kelime denge”dir. Cemil Meriç bu konuda şunları söyler: “…bir yazarı klasik yapan, melekleri arasındaki denge. Klasik bir yazarın eserinde bütün melekler iş başındadır: muhayyile, aklın önüne geçmez; mantık, hayalin kanat çırpışlarını kösteklemez; aklın haklarım çiğnemez duygu. Ne öz biçiminden ayrılabilir, ne de biçim öz’den.”47

9- Dil ve Üslup: Klasisizm tamamiyle millî diller üzerine oturur ve sanatkar da kendi millî dilini esas alır. Bu sebeple klasisizm, millî dillerin gelişmesi ve zenginleşmesine büyük hizmetlerde bulunur. Bir anlamda klasik sanatkar, kendi ana dilinde “sehl-i mümtenî’ yi yakalamanın peşindedir. Onun dil ve üslubu, açık, püüzsüz, sade, yalın, işlek ve tabiî nitelikler çevresinde şekillenir. Düşünceyi karartacak, anlaşılmayı zorlaştıracak bir dil ve sanatkarane bir üslup tercih edilmez. Üslup, dikkati kendi üzerinde değil, tasvir edilen veya anlatılan şey üzerine yöneltmelidir. Bu sebeple klasik eserin üslubu, tesirli olmaktan çok açık, zengin olmaktan ziyade püüzsüzdü. Her klasik eserde şu husus dikkati çeker; vuzuh, sadelik, tokluk ve mükemmeliyet endişesi. Unutulmamalıdır ki, klasisizmde konunun ne olduğundan çok onun nasıl işlendiği çok daha önemlidir. Bu konuda Sainte Beuve’yi dinleyelim: (Klasik sanatkar); “… düşüncesini, gözlemini veya buluşunu herhangi bir şekilde, bununla beraber geniş ve büyük, ince ve akla yakın, sağlam ve tabiatıyla güzel bir şekilde açıklayan; kendine mahsus bir üslupla, ama içinde herkesin kendi üslübunu bulduğu bir üslupla, hiçbir yeni kelimeyi kapsamadığı halde yeni sayılan bir üslupla, aynı zamanda hem yeni hem eski olan bir üslupla, bütün çağların kolaylıkla anlayabileceği bir üslupla yazan adamdır.”48
Klasisizm, çok büyük ölçüde bir tiyatro edebiyatıdır. Bundan sonra şiir, tenkit, mektup, vecize tüleri gelir. Tiyatronun dışındaki tüler -özellikle roman ve hikaye- büyük ölçüde ihmal edilmiştir.
Klasisizmle ilgili bir başka önemli husus; çok büyük ölçüde Fransız edebiyatında yaşamış; büyük sanatkarlarım da bu milletin edebiyatında yetiştirmiş olmasıdır.

Klasikler, Klasisizm Akımının Temsilcileri

François de Malherbe (1555-1628): Fransız klasik şiirinin kurucusu şair. Eserleri: Aziz Petro’nun Gözyaşları, Kral Büyük Henri’ye Şarkı. Kral Büyük Henri İçin Dua, LOUİS Xlll’e Şarkı.
Pierre Corneille (1606-1684): Fransız klasisizminin en büyük trajedi yazarıdır. Le Cid, Horace, Cinna, Polyeucte (trajedi), Melite, La Place Royale, Yalancı (komedi) otuzu aşan eserlerinden birkaçıdır.
John Milton (1608-1674): İngiliz şairi. En önemli eseri Kaybolan Cennettir.
Jean de La Fontaine (1621-1695): Fabl tüündeki eserleriyle tanınmış Fransız yazarıdır. Söz konuşu metinlerini 12 kitaplık FaMe/’adlı eserinde toplamıştır.
Moliere (1622-1673): Dünya komedi (üünün en büyük yazarıdır. Fransız asıllı yazarın belli başlı komedileri; Gülünç Kibarlar, Kocalar Mektebi, Kadınlar Mektebi, Zorla Evlenme, Tartuffe, Don Juan, Adamcıl, Zoraki Hekim, Cimri, Kibarlık Budalası, Scapain’in Dolapları, Bilgiç Kadınlar, Hastalık Hastası’dır.
Blaise Pascal (1623-1662): Daha çok fizik ve matematik alanındaki çalışmalarıyla bilinen Pascal, aynı zamanda usta bir nesir yazarıdır. En önemli eseri Taşra Mektupları ve Düşünceleri.
Jacques-Benigne Bossuet (1627-1704): Hitabet tüünün ünlü Fransız yazarı. Eserleri: Sermons, Oraisons.
Nicolas Boileau (1636-1711): Fransız şairi, münekkit ve edebiyat kuramcısı. Eserleri: Satires, Epitres, L’An Poetique, Le Lutrin.
Jean Racine (1639-1699): Corneille ile birlikte Fransız klasisizminin en büyük trajedi yazarıdır. Önemli eserleri; Andromaque, iphigenie, Alexandre, Esther, Bajazet, Phedre’df.
Jean de La Bruyere (1645-1696): Sağlam üslubu ile kaleme aldığı ve 1120 karakterden oluşan portreleri ile tanınan Fransız yazarıdır. Tek eseri, Karakterler adn taşır.
Francçois de la Mothe Fenelon (1651-1715); Fransız yazarı. Te/ema/cadlı eseriyle tanınır.
Not: Adı geçen sanatkarlar ve eserleri, yüzde yüz bu akım çerçevesinde değerlendiriliyor şeklinde anlaşılmamalıdır. Kaynaklar:

30 Tanzimat döneminde klasik kavramının anlamı ve klasikler hakkındaki tartışma bkz. Ramazan Kaplan, “Klasikler Tartışması”, Tükoloji, C.XI, S.1, AnK., 1993.
31 Saint-Beuve, Pazartesi Konuşmaları, (Çev. F. Baldaş), MEB Yay., ist., 199C 319-320.

32 Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken Yay., ist., 1980, s.34.

33 Seyit Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Akımları, İnkılap ve Aka Yay., ist., 1971, s.24.

34 Bkz. Yusuf Şerif, Muhtasar Avrupa Edebiyatı Tarihi, Devlet Matbaası, ist., 1935., s.121.

35 Cemil Göker, Fransa’da Edebiyat Akımları, DTCF Yay., Ank., 1982, s.9.

36Descartes (1591-1650): Fransız filozofu. Eserleri: Usul Üzerine Nutuk, Metafizik Düşünceler, Aklın Yönetilmesi için Kurallar.

37Montesquieu, (1689-1755): Aydınlanma Çağının en büyük düşünülennden birisi- dir. Fransız ihtilalini hazırlayanların basında yer alan Montesquieu’nün eserleri;

Kanunların Ruhu, Romalıların Büyüklük ve Çöküşlerinin Sebepleri, iranlı Mektupları”dır.
38Voltaire, (1694-1778): Aydınlanma Çağının bir başka Fransız filazof ve yazarıdır, Çeşitli tülerde birçok eseri vardır. Bunlar; Henriade (manzum destan), Oedipe, Brufus, Zaire, Merope (trajedi), Zadig, Candide (roman), Felsefe Mektupları. Fel- sefe Sözlüğü, Milletlerin Töre ve Ruhu Üzerine’d’ır (felsefe).

39Diderot (1713-1784): Fransız düşünü ve yazarı. Eserleri: Filozofça Düşünceler. Körler Üzerine Mektuplar, Salonlar, Rameau’nun Yeğeni. Aktörlük Üzerine Aykırı Düşünceler.

40Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s.88.

41 Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Akımları ve Temel Metinler, s.82-83.

42Vahap Kabahasanoğlu, Batı Edebiyatı II, TokerYay. İst., 1977,

s.84. 43Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Akımları ve Temel Metinler, s.22.

44Aristoteles, Poetika, (Çev. l. Tunalı), s.30.

45Shakespeare, Hamlet, (Çev. S. Eyüboğlu). Remzi Kitabeyi, ist., 1974, s,78-79.

46Erdoğan Alkan, Şiir Sanatı, Yön Yay., ist., 1995, s.18-19.

47Cemil Meriç, Kırk Ambar, s.37.

Sehl-i mümtenî: Kolayca söylenivermiş gibi görünmesine rağmen, taklit edilmesi veya benzerinin söylenmesi zor olan söz.

48 Saint-Beuve, Pazartesi Konuşmaları, (Çev. F. Baldaş), s.320.

Kaan Hoca tarafından yayınlandı

Ankara'da edebiyat öğretmeni olarak görev yapan yazar, evli ve hiç çocuk babasıdır.

Yorum Gönderin

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir