Romantizm, XIX. yüzyılın basından ortalarına kadar olan yarım asırlık dönemde hemen hemen bütün Avrupa’da hakim olan sanat/edebiyat akımıdır. Ancak romantizmin ingiltere’deki başlangıcım, XVIII. Yüzyılın basma; Almanya’da ise aynı yüzyılın ortalarına kadar götümek mümkündü. Daha sonraki yıllarda Fransa ve diğer Avrupa ülkelerine sıçrayan romantizm, XIX. yüzyılın basından itibaren sanat/edebiyat dünyasına hakim olmuştur.
Bununla birlikte, genel çerçevede bakıldığında bütün Batı toplumlarının sanatlarında yüzde yüz aynı değer ve niteliklere sahip tek bir romantizmden bahsetmek zordur. Farklı tesirler, farklı sosyal ve kültüel şartlar, farklı anlayışlar, ister istemez farklı romantizmleri gündeme getirmiştir. Çünkü romantizmin başlangıçta bir bildirişi yoktur. Bu sebeple romantizmin tarihinde ilkeler arası yüzde yüz müştereklik olmadığı gibi, ülkeler arası başlayış ve bitiş müşterekliği de söz konusu değildir.
Söz konusu hususlar dikkate alınmak kaydıyla, romantizmin birtakım genel ortak özelliklerinden bahsetmek her zaman için mümkündü.
ROMANTİZMİN DOĞUŞ ZEMİNİ
Romantizmin doğuşunda son derece önemli rol oynayan sosyal hadise, hiç şüphesiz Fransız İhtilali‘dir (1789). Bu sebeple klasisizm, nasıl mutlak monarşi döneminin eseri ise, romantizm de tam bunun zıddı durumundaki hüriyet, eşitlik, demokrasi arzularının eseridir. Zira Batı’da hümanizmden itibaren kendi değer ve kimliğinin farkına varan fert, bunu topluma kabul ettirme mücadelesi içinde olmuş ve bu alanda her gün yeni başarılar kazanmıştır. Söz konusu durum, sosyal sınıflar için de geçerlidir. Aristokrat ve ruhban sınıfı arasında kendine bir yer edinmek isteyen ve bunun mücadelesini vererek önemli başarılar elde eden burjuva sınıfı, sosyal hareketliliğin en belirgin sonucudur. Elbette ki böyle bir gelişme, toplumların sosyal, siyasî ve ekonomik hayatlarım derinden etkilemiştir. Sosyal, siyasî ve ekonomik hayatın imtiyazları bir avuç aristokrat ve ruhban sınıfının elinde değildir artık. İşte Fransız ihtilali bu tü bir gelişmenin radikal sonucudur.
Fransız İhtilali, sadece Fransa’da değil, bütün Avrupa’da ve hatta -zaman içinde- bütün dünyada derin yankılar uyandırmış bir harekettir. Taşıdığı hüriyet, eşitlik, kardeşlik, adalet fikirleri ile pek çok sosyal, siyasî ve kültüel gelişme ve değişmeye zemin hazırlamış; bir anlamda toplumların mevcut sosyal yapılarım alt üst etmiştir. Milletleşme olgusunun bariz bir şekilde ortaya çıkması; dolayısıyla her toplumun kendi kimliği ve tarihine dönmesi de bu ortamda gerçekleşmiştir.
Fransız İhtilali, birtakım müspet gelişmelere zemin hazırlamakla birlikte, maddî-manevî, ferdî-sosyal bir yığın sıkıntılar, acılar ve buhranlara da sebep olmuştur. Özellikle ihtilalin sarhoşluğu geçtikten sonra, vaat edilenlerin veya beklentilerinin gerçekleşmediğini veya öyle pek çabuk ve kolay gerçekleşmeyeceğini görüp idrak eden (öncelikle Fransız) Batı insanı, derin bir sosyal, dinî, kültüel huzursuzluk, dengesizlik ve kötümserlik çukuruna düşmüştü. Artık ne tenkit edilen düne dönmek mümkündü ne de yarınların aydınlık olacağına ümit bağlamak. Kısacası; “asrın hastalığı” olarak isimlendirilen hayattan bıkkınlık, kötümserlik, melankoli, ruhî bunalım, ihtilalde alt üst edilen değerler karmaşasının üünüdü. Böyle bir bunalım ortamı, romantizmin yeşermesi için mümbit bir zemin olur.
Bu arada Batı’da Aydınlanma Çağı ile birlikte matbaa ve baskı imkanları hızla gelişmiş; bu da tabiî olarak okuyucu kitlesinin genişlemesi ve değişmesine zemin hazırlamıştır. Sanat/edebiyat klasik dönemde olduğu gibi, sadece aristokrasinin, sarayın, akademinin ve birtakım mahfillerin belirleyici zevki ve dar çemberine mahkum değildir artık. Üstelik ihtilalin fikir birikiminden şu veya bu ölçüde beslenmiş bir sanatkardan da böyle bir tavır beklenemez. Değişip genişleyen okuyucu kitlesi sebebiyle sanat ve sanatkar, onlara yönelmekte, onların zevkini esas almakta ve onlar tarafından değerlendirilmektedir.
Kısacası sanat/edebiyat, daha geniş halk kitlelerine yönelmek, onların dili olmak durumundadır. İşte tam bu noktada romantizmin doğuş zeminini hazırlayan bir başka faktörle karşılaşırız; mevcut sanat/edebiyatlara veya sanat/edebiyat anlayışlarına duyulan tepkiler.
Tepkilerin en büyüğü, uzun zamandır varlığım südüen klasisizmin gittikçe artan ve sanatkarın hüriyetini kısıtlayan kuralcılığı, katı akılcı tutumu, millîlikten uzak tavrı, sun’îleşen dil ve üslübunadır. Söz konusu tepkilerin bir kısmı da, Aydınlama Çağı’nın rasyonalizmine yönelmiştir. Tepkilerin arkasında, bilim ve aklın üstünlüğü ve otoritesine sınır getirme, ferdin hüriyetine önem verme, insanın duygu dünyasının sırlarına eğilip kalbinin istek, arzu ve hayallerini gündeme getirme, tabiata yönelip onun güzellik ve zenginliklerin! tanıma istekleri vardır.
Bahis konusu tepki, istek ve arayışlar, zaman içinde belli bir güce ulaşıp şekillenmeye; ardından da çeşitli sanat eserlerine yansımaya başlar. Mesela Fransa’da Marivaux, 1718-1725 yılları arasında klasik trajedi ve komediden de faydalanarak aşk, kıskançlık, hayal kırıklığı gibi duygu tahlilinin esas olduğu duygusal komedi diye isimlendirilen tiyatro eserleri kaleme alır. Yine aynı yüzyılın basında Madame de la Fayette ve Marivaux, duygusal roman tüünde eserler verirler. 1750’den sonraki tarihlerde genişleyip güçlenen duygusal akımın çok önemli bir başka temsilcisi J.J. Rousseau’dur. Rousseau, ferdîliği ve tabiatı gündeme getirir. Ardından onun takipçisi Bernardin de Saint-Pierre, Paul et Virginie adlı romanıyla, tabiat duygusunu ve temasım güçlendirir; egzotizmi edebiyata sokar. 1800’lerden itibaren de Chateaubriand ve Madame desteal, gerek sanat eserleri, gerekse yeni fikirleri ile romantizmi hazırlayan sanatkarlar olurlar. Söz konusu gelişmelere rağmen romantizmin Fransa’da sanat dünyasına hakim olması, biraz geç gerçekleşir. Çünkü klasikler, hala direnmektedirler. Victor Hugo’nun etrafında toplanan romantikler, onun Cromwel Önsözü (1827) ve ardından gelen Hemani (1830) adlı tiyatrosu ile kesin zafere ulaşırlar.
Fransa’da bu gelişmeler olurken ingiltere’de Byron, Shelley, Keats, VValter Scott; Almanya’da Schiegel Kardeşler, Fichte, Schelling, Tieck ve Goethe, -Fransa’dan çok daha önceki tarihlerde- duygusal akımı ülke ve sanatlarında başlatmışlar ve bu istikamette önemli eserler vermişlerdir. Mesela İngiltere’de klasisizme karşı XVIII. yüzyılın basında oluşan ilk tepki hareketi, Anthony Ashiey Cooper’in kurucusu olduğu Duygu Okulu, aynı zamanda romantizmin teşekkülüne zemin hazırlayan ilk ciddî hare- kettir.
Duygu okulunun görüşleri şu şekilde özetlenebilir: İnsan, dış dünya ile ilgili bilgilerinde, duyularıyla elde ettiği izlenimlerine çok şey borçludur. Duyularla edinilen bu izlenimler, akıl tarafından sistemleştirilip bilgiye dönüştüülü. Bilgi edinmede, insan aklının en önemli meleke olduğu inkar edilemez. Ancak bu konuda her şeyi sadece akılla izah etmeyekalkışmak doğru değildir. Üstelik akıl, insanın iyi ve kötüyü ayırt etmesinde etkisizdir, iyi ve kötünün belirlenmesinde kaibî ve ahlakî değerler; dolayısıyla insanın duygu değerleri çok daha önemli ve etkindir. Sanatın özü insan tecrübesidir. Bu tecrübede duygu, düşünceden daha evrensel ve daha önemlidir.
İnsan, doğuştan iyidir. Yeryüzündeki kötülüklerin kaynağı; tabiattan kopmuş medeniyet, şehirleşme, materyalizm ve insan tabiatına ters düşen çağdaş eğitim sistemleridir. Böyle bir ortamda kalp-dimağ dengesini kaybeden insan, manevî değerlerini de kaybetmiştir. Kurulu düzene, insanın içinde doğduğu sosyal ve kültüel değerlere karşı çıkan duygu okulu, insanın mutlak manada iyi olan tabiata dönmesini savunur. Çünkü tabiat da, insan gibi, mutlak manada iyidir; Tanrı’nın tapınağıdır. Aslında tabiatta kusursuz bir denge vardır ve tabiat çokluk ve çeşitlilikten oluşmuş tekliğiyle ahengin ta kendisidir, insan da kendi ruhunda kalp-dimağ dengesini kurmalıdır ki, Tanrı’yı bulabilsin, huzura erebilsin, ahlak duygusuna sahip olabilsin.
Duygu okulu mensupları, mevcut sosyal düzene, bu düzenin müesseselerine karşı çıkarken hayvanlara karşı bir yakınlık ve sevgi duyarlar.
Kısacası; duygu okulu, temelde kalp-dimağ dengesini esas alarak insan gerçeğini duygu tecrübesine irca etmekte; böylece klasizmin fikir tecrübesine irca ettiğini insan gerçeğine antitez oluşturmaktadır.
Romantizmin düşünce temeline baktığımızda ise, karşımıza Diderot,Montesquieu, Voltaire, J.J. Rousseau gibi XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağı filozofları çıkar. Adı geçen filozoflar, yüzyıl boyunca Fransız ihtılali’ni ortaya çıkaran fikrî ve felsefî zemini hazırlamışlardır. Bu zeminde yeşeren romantik felsefe, Aydınlanma Çağı’nın katı ve kuru bilimciliği, analitik akılcılığı yerine estetik bir bakış açışı getirerek duygu ve sezgiyi ön plana çıkarmıştır. Ona göre, gerçekliği parçalayan ve anlaşılmaz hale getiren aklın bütün tahlilleri yapaydır. Bu sebeple romantik felsefede “rasyonel analiz ya da deneysel araştırmanın yerini sezgiyle ve duyguyla beslenen güven, bilimin yerini doğa felsefesi alır. Romantikler Aydınlanma çağının kuru akılcılığına şiddetle karşı çıkıp doğanın gizlerine, bilim adamının matematik-fiziksel yöntemleriyle değil de, yaratıcı coşum yoluyla nüfuz edilebileceğim savunmuş ve sonsuzluğa erişmenin yolları olarak, aşkı, doğaya tapmayı, dinî tecrübeyi ve artistik yaratıcı faaliyeti göstermişlerdir.”50
Sonuç olarak, milletlerin sosyal vicdanlarında doğan ve onun estetik tezahüü olan romantizmin tarihi ile ilgili şunu söylemek mümkündü:
XVIII. asrın basma kadar varlığım südüen klasisizm, bu yüzyılın basından itibaren yerini adım adım -özellikle ingiltere’de- romantizme bırakmaya başlamıştır. Belirtilen yüzyılın ortalama doğru da Almanya’da vücut bulmaya başlayan romantizm, Fransız ihtilali’nden sonra hem sahasını genişletmiş hem de gücünü arttırmış; XIX. yüzyılın basından itibaren ise kesin hakimiyetini ilan etmiştir. XIX. yüzyılın basma kadar olan dönem, romantizmin tarihinde Pre-Romantik Devir (romantik öncesi devir) olarak isimtendirilir.
ROMANTİZMİN SANAT / EDEBİYATTAKİ İLKE VE NİTELİKLERİ
1- Hüriyet: Büyük ölçüde ihtilal ortamının sanat/edebiyat alanındaki yansıması olan romantizm akımının ilk niteliği ve ilkesi hüriyettir. Nitekim büyük romantik Victor Hugo, romantizmi, “Edebiyatta olan Fransız ihtilali’dir.” veya “Edebiyatta liberalizmden başka bir şey değildir.” şeklinde değerlendirir. Yani mevcuda isyan ve hüriyet. Klasisizme tepki olan romantizm, sanatkarın kalemi, muhayyilesi, yaratıcı gücü ve duygularına getirilebilecek hiçbir kısıtlama, sınırlama ve kuralı kabul etmez; ona kesin bir hüriyet verir. Bu, aynı zamanda sanata getirilmiş veya ileride getirilebilecek olan her tülü kısıtlama, sınırlama ve kurala karşı da bir isyan demektir. Hugo, bunu açıkça ilan eder:
“Şiirde iyi veya kötü konular değil sadece iyi ve kötü şairler vardır, Kaldı ki her şey konudur; her şey sanatla ilgilidir; her şeyin şiire girmek hakkıdır. Sanatın dizginlerle, kelepçelerle, ağız tıkaçları ile işi yok! O size: “Yüü!” diyor ve sizi yasaklanmış meyvesi bulunmayan o büyük şiir bahçesine salıveriyor. Zaman da, mekan da şairlerin. Şair istediği yere gitsin, hoşuna gideni yapsın; kanun budur… Şair özgüdü.”51 “Kuramlara,şiir ilkelerine ve sistemlere çekici indirelim. Sanatın gerçek yüzünü maskeleyen bu eski alçıları alaşağı edelim. Ne kurallar ne de ölçüler yoktur.”52
Romantikler, hüriyet konusunda o kadar ileri giderler ki, edebî tülerin ayrımım bile reddederler. Onların sanat dünyasına hakim oldukları dönemde trajedi ve komediden başka dram tüünün ortaya çıkıp büyük rağbet bulması, şiirle nesrin birbirine yaklaştırılması, romanın büyük değer kazanması, bunun açık delilidir.
Kısacası romantikler, gerek sanatta, gerekse sosyal hayatta isyankar ve ihtilalcidirler. Ne sanattaki mevcut değer ve düzeni ne de toplumun değer ve müesseselerin! kabul ederler. Bütün değerleri yıkarak bunların yerine insan tecrübesinden doğmuş yeni değerler koymaya çalışırlar. Bu açıdan romantizm, her tülü doğmaya karşı bir tecrübe doktrinidir; bu doktrinde de toplum değil, fert esastır,
“Batı edebiyatlarında romantizm, felsefede hümanizm, ekonomide liberalizm ve köktenci ferdiyetçiliktir. XIX. yüzyılda romantik akımla insan, evrenin merkezi olmuş, Tanrı merkezli evren fikri yıkılmış, insan ahlakî değerlerin hem kaynağı hem de ölçüşü olmuştur, XIX. yüzyılın romantizmi, kültü ve medeniyette Hristiyanlık sentezim yetersiz bulup neoplatonik felsefeyi kendisine mit olarak seçmiş mistik bir akımdır. Ancak romantikler, nihaî gerçeği öğrenmede sezgiyi seçmekle beraber, maddeyi ve insan hayatım inkar etmemişlerdir. Klasik dinlerin cennet ve cehennem kavramlarım zaman ve mekana taşıyan romantikler, mistik oldukları halde, edebiyatta insanı tanrılaştıran ilk dünyevî akımın öncüleri olmuşlardır.
Romantizmin söz konusu hüriyet prensibi ve ihtilalci karakteri, hiç şüphesiz bağlı olduğu Tanrı, tabiat ve insan düşüncesinden kaynaklanır.
2- İnsan ve Gerçek: Romantizm, insanı aklı ve duygusu ile bir bütün olarak kabul etmiş, onun çeşitli melekeleriyle kavradığı gerçeğin bü-tününü sanat/edebiyatın özü yapmak istemiştir. Zira romantiklere göre, değerin kaynağı ve ölçüşü insandır ve insan evrenin merkezidir.
Romantik sanatkar, eserinde ifade edeceği gerçeği duyuları, duyguları, zekası, aklı, sezgisi ve hayal gücüyle; yani bütün benliğiyle kucaklamaya çalışır. Böyle bir gerçek, en objektif gerçektir. Bir başka ifadeyle, romantiklere göre sanat/edebiyatın özü, dinamik bir oluş içindeki insanın duygu ve ihtirasları; insanın duygu tecrübesidir. Sanat/edebiyat, coşkun duyguların sükunet içindeki tefekküünden doğar. Söz konusu duygu ve ihtiraslar, öncelikle ferdîdir ve sanatkara aittir. Ancak bu ferdîlik, onun evrensel olmasını engellemez.
Böyle bir anlayış, romantizmde sanat ve sanatkarın değerini görülmemiş bir biçimde yüceltilmesine sebep olur ve onu sanatın merkezine yerleştirir. Coleridge’ye göre şair; “Zamanla ebediyetin kesiştiği imtiyazlı anları yaşayan, bu anlarda ruhunun bütün melekelerini ve onların kazandırdığı çeşitli ve birbirine zıt tecrübe unsurlarım ahenkli bir bütün içinde ve hiyerarşik bir düzende birleştirebilen bir kişidir. Şair, duyu organları, duyguları ve zekasıyla edindiği ferdî tecrübeyi, aklı, sezgisi ve hayal gücüyle kavradığı evrensel tecrübeyi Tanrı’nın tekliğine erişip ilahî aşkı yaşadığı zaman, organik bir bütün olan şiirde ifade edebilen kişidir,”54
Shelley ise şaire çok daha yüce bir mevki tahsis eder ve onu toplumun lideri veya peygamberi seviyesine yükseltir. Romantiklere göre, çokluktan oluşmuş organik bir bütünlük olan sanat bir yaratmadır. Bu sebeple onlar, sonradan eğitim ve çalışma yoluyla elde edilen yeteneklerden ziyade sanatkarın doğuştan getirdiği yaratıcı dehaya önem verirler.
3- Sanat/Edebiyatın Amacı: Yukarıda belirtildiği gibi, dinamik bir oluş içindeki insanın duygu ve ihtiraslarım veya insanın duygu tecrübesini sanat/edebiyatın özü olarak kabul eden romantizm, sanat/edebiyatın amacım da bu nokta üzerinde yoğunlaştırır. Hü sanatkar, merkeze kendi ben’ini koyarak, insanın duygu tecrübesini, bu tecrübeden elde edilen yeni değerleri sanatın imkanları içinde dikkatlere sunacaktır.
Söz konusu temel düşünceden yola çıkan romantikler, uygulamada büyük ölçüde ferdî ve ferdiyetçi kalmışlar; sanatın okuyucu/ seyirci/dinleyici ile olan sıkı ilişkisini gittikçe gevşetmiş ve koparmışlardır. Zira onlar, bir dahî, hatta bir peygamber vehmi içinde sanatım yaratma çabası verirken kendisiyle sınırlı kalmış, başkalarım ve toplumu önemsememişlerdir.
Bununla birlikte romantiklerin yer yer toplumcu oldukları da söylenebilir. Ancak onların toplumculuğunu klasisizm ve diğer akımlardaki veya genel manadaki toplumculukla karıştırmamak gerekir. Romantik kişiliklerinin imkan verdiği ölçüde hayata ve topluma yönelen romantikler, Fransız İhtilali’nin getirdiği fikirler demetin! savunur ve bunların toplum hayatına mal olmasını isterler. Toplumun sahip olduğu problemler üzerinde durur, gördükleri olumsuzlukları eleştirirler. Özellikle zavallılara, fakirlere, kimsesizlere, sakatlara yönelen merhamet ve acıma duygusu şeklinde müşahhaslaşan bu toplumculuk, 1830’lu yıllara doğru daha belirgin bir hal alır. Aynı zamanda onlar, toplumun geçmişine ve geçmişin değerlerine büyük ilgi duyarlar. Bununla birlikte sanatın/edebiyatın amacı, yine kendisi; yazar veya okuyucuya, gerçek hayatın vermediği bir dünya keşfetmektir.
4- Duygu/Santimantalizm: Romantizm, aklın kesin hakimiyeti ve sanatkara rehberliğini kabul etmez. Zira böyle bir tavır, insan gerçeğinin duygu, his yönünün inkarı demektir. Halbuki asıl insan gerçeği, çoğu zaman dışarıdan alınan ve şartlara göre değişebilen fikirlerde değil, ruhun derinliklerinden, belki zaman zaman şuuraltından gelen ve kolay kolay değişmeyen duygulardadır.
Bu noktadan baktığımızda, klasisizm ile romantizm arasındaki temel farkın, klasisizmde insanın fikir tecrübesinin, romantizmde ise duygu tecrübesinin ön plana çıkmış, çıkarılmış olduğudur. Romantizm, akıl- duygu ikilemi arasında klasisizm ve duygu okulunun aşırılıklarını törpüleyerek orta bir yol üzerinde karar kılar. Yani ne duygudan yoksun düşünce ne de düşünceden yoksun duygu tercih edilir. “Düşünüyorum ve hissediyorum, öyleyse varım.” hükmü, romantizmin temel ilkesidir. Üstelik bu duygu, klasisizmde olduğu gibi, herkese ait genel bir duygu değil, özel bir duygudur ve sanatkara aittir. Unutulmamalıdır ki romantizmde insanı sanatkar seviyesine yükselten değer, onun herkesten farklı olan duyguları veya duyarlılığıdır. Böylece romantizm soyutun yerine somutu; geneli yerine özeli koymuş olur.
Söz konusu genel düşünceye rağmen uygulamada duygunun bir hayli öne çıktığı görülü ve sanat adeta duyguların dili olur.
5- Melankoli/Hüzün/Kötümserlik/Marazîlik: Romantizmin duygusallığı çoğu zaman hüzünlü ve melankoliktir. Aşırı bir hassasiyete sahip sanatkar, gerek kendi iç dünyası ve hayata bakışta gerekse dış dünya ve tabiata bakışta çok belirgin olarak melankolik ve kötümserdir. Bundan dolayıdır ki, romantik “şiirin rengi daima sarıdır. Bu şiirde baharın yeşilliğinden çok sonbaharın sararmış yapraklarının; tan kızıllığının yaşama sevinci veren tükülerinden çok akşamın hüzünlü ezgilerim duyarız. Bu şiirde göze çarpan ışık değil gölgedir.”55
Alfred de Musset, bu konuda şunları söyler: “Romantizm, ne klasiklerin üç vahdet nazariyesini hakir görmek, ne komikle trajiğin birleşmesi, ne de herhangi başka bir şeydir; bir kelebeğin kanadım beyhude yere yakalarsınız, çünkü bu kanadı vücuda getiren tüyler parmaklarınızın arasında eriyiverir. Romantizm ağlayan bir yıldızdır, romantizm inleyen rüzgârdır, romantizm üperen gecedir… Romantizm beklenmeyen bir parıltı,hasta bir sermestîdir.”50
Romantizmdeki melankoli ve hüznün temel sebebi, insanın tutunduğu bütün sosyal, ahlakî, tarihî ve manevî değer ve müesseseleri, ihtilalde kendi elleriyle yıkması: ihtilalin sarhoşluğu geçtikten sonra da derin bir boşluk ve yalnızlığa düşmesinden. Özellikle onların inandığı Hristiyantık dogmatik olmaktan çok duygucudur. Din, bedenin ölümlü, ruhun ölümsüz olduğunu söyler. Her şeyin sonsuz bir yokluğa doğru git- tiğini gören ve inanan sanatkar, büsbütün şaşırarak çaresiz kendi iç dünyasına sığınır; içindeki bu ince sızıyı dindırip kendisin! mesut edecek hayalî beldeler arar.
Bu noktada gündeme gelen kaçış teması, romantik edebiyatın bir başka niteliği olarak karşımıza çıkar. İçinde yaşadığı toplumla doğru düüst bir diyalog kuramayan romantik sanatkar, çoğu zaman hayalî beldelere, ıssız yerlere, tarihe ve tabiata kaçar. Romantizmle birlikte tarihî romanların önem kazanmasının sebebini, söz konusu kaçış arzusunda aramak gerekir. Kısacası romantik sanatkar, “boşlukta çırpınan, ne istediğini bilmeyen, bazen kendinden çıkmağa, kaçmağa çalışan; bazen kendinde bütün evreni eritmeğe çabalayan bir ruhun sefaleti”57 olarak açıklanabilecek asrın hastalığına yakalanmıştır, O kadar ki, zaman zaman ölüm veya intihar, biricik kurtuluş yolu olarak görülü. Nitekim pek çok romantik (Chateaubriand, George Sand, Gerard de Nerval) hayatlarında bu yolu denemekten çekinmemişlerdir.
Böyle bir ruh hali, romantik sanatkarın hayatı ve olayları süekli bir zıtlık içinde algılamasına sebep olur (beden-ruh. ideal-gerçek, hüriyet esaret, hayat-ölüm, imkan-imkansızlık, vb). Nitekim romantizmin belirgin özelliklerinden biri, kutupluluk’tur.
6- Ferdiyetçilik/Lirizm: Yukarıdaki ilkelerden de anlaşılacağı gibi, romantizmde ferdiyetçilik esastır ve romantik ferdiyetçidir. Romantik sanat, temel gücü ve kaynağım sanatkarının ferdî duygu, heyecan, hayal,ümit, bedbinlik ve dış dünya karşısındaki intiba ve tepkilerinden; daha açık bir ifadeyle, zihninden ziyade kalbi ve duygularından alır. Merkez, hep sanatkarın kendi ben’idir. Elbette ki bu ben, romantik bir kimliğe sahiptir. Nitekim Lamartine, “Şiir kişisel, derin düşünceye ve hayal gücüne bağlı olacak, özellikle içten ve derinden gelecektir.”58 der. Romantizmin kuramcısı Eugene Veron ise bu konuda şunları söyler: “Kısacası eserin değeri sanatçının değerinden doğar. Sanatçının sahip olduğu özelliklerin ve melekelerin izlerini taşıdığı içindir ki eser bizi çeker ve büyüler.”59
Romantiklere göre, sanatkar öznel olduğu ölçüde nesnel olabilecektir. Ancak romantiklerin çoğu, iddia ettikleri gibi, insanın ferdî ruh tecrübesinden evrensel ruh tecrübesine ulaşamamış, kendileri ile sınırlı kalmışlardır. Böylece romantizmle birlikte, klasik dönemin “epik şiir“i değerden düşerken tahta “lirik şiir” oturmuştur.
Aynı yaklaşım eserlerine konu edindikleri insanda da karşımıza çıkar. Yani onlar ‘tip”i değil, ‘karakteri tercih ederler. Zira önemli olan her-kese benzeyen genel insan değil, özellikle duygu itibariyle ferdî olan, başkalarına benzemeyen insandır.
7- Tabiat: Romantizmin ihmal edilemeyecek bir başka önemli tarafı, “tabiaf’a bakışları; ona verdikleri değer ve anlamdır. Romantikler, gerek tabiata verdikleri anlam ve önem, gerekse eserlerinin muhtevasındaki yoğunluk bakımından, sanat/edebiyata yeni bir tabiat anlayışı kazandırdıkları gibi, tabiata geri dönüş süecini de başlatmış oldular.
Burada romantizmin tabiat kavramına yüklediği mana ile klasiklerin yükledikleri mananın farklı şeyler olduğunu belirtmek isteriz. Klasikler için “insan ruhu, mizacı, psikolojisi” demek olan tabiat, romantikler için “dış dünya, doğa” manasındadır.
Tabiat, öncelikle hemen hemen bütün romantiklerin ve romantik edebiyatın ortak ve temel konularından birisidir. Onlar, bıkmadan usanmadan tabiata yönelir; kırları, ormanları, ağaçları, çiçekleri, kuşları, hayvanları eserlerinde anlattılar. Zira tabiat, eşsiz güzellikleri ile bulunmaz bir ilham kaynağıdır.
İkinci olarak romantikler, sadece tabiatın güzelliği veya ihtişamım anlatmakla yetinmediler; tabiatı yeniden keşfettiler. Tabiata sanki dünya yeni yaratılmış, onlar da ilk görenlermiş gibi, yepyeni bir tecessüsle yöneldiler. Muhayyilenin yardımı ile tabiatın gözle görünmeyen özünü, ruhunu yakalamaya çalıştılar; onu yeniden yorumladılar. Zira onlara göre tabiat, insan gibi, mutlak manada iyidir; Tanrı’nın tapınağı, Tanrı’nın maddede vücut bulmuş bir örneğidir. Tabiatta kusursuz bir denge vardır ve tabiat çokluk ve çeşitlilikten oluşmuş tekliğiyle ahengin ta kendisidir. Sanatkar tabiatı taklit ederken onun bu ilahî güzelliği ve ahengini eserine aktarmalıdır.
Böylece J.J. Rousseau‘un keşfedip izaha çalıştığı bu tabiat, romantikler için tam bir sığınak ve bir tapınak oldu. Nitekim romantik sanatkar, içine düştüğü bunalımdan, hayatın çirkinliklerinden bunaldığı zaman süekli olarak tabiata sığınır; dertlerini tabiatın kucağında uyutur. Zira tabiat, sükunet, huzur ve saflıktır. Böylece romantiklerin eserlerindeki tabiat ile daha önceki dönemlerin eserlerindeki tabiat birbirinden çok büyük ölçüde ayrılmış oldu.
Romantiklerin söz konusu tabiat anlayışları ve ilgileri arkasında, dinî duyguların zayıflaması; sanayileşme, şehirleşme, eğitim ve modern toplumun insanı bozan unsurlarından nefret vardır. Böyle bir tabiat anlayışı ve bunun sanata taşınması, tabiatla insanın kaynaşmasına, insan hayatının zenginleşip renklenmesine zemin hazırlamıştır.
8- Millîlik: Romantiklerin bir başka özelliği millî ve milliyetçi oluşlarıdır. Onlar, bir taraftan içinde yaşadıkları çağın sosyal ve siyasî gelişmelerini izleyip geleceğe yönelirlerken, bir taraftan da kendi millî geçmişlerine Orta Çağ) yönelirler. Söz konusu geçmişte yer alan kültü değerlerine, halk edebiyatına, folklora, mahallî ve millî renklere büyük alaka duyarlar. Üstelik geçmiş, onlara aynı zamanda geniş hayal imkanı hazırlar.
Aklın üstünlüğü ve gücüne inanan XVIII. yüzyıl insanına göre, kainatın ve insan zihninin sırları çözülmüş, gizli kapaklı yanı kalmamıştı. Hayal gücü veya muhayyileye inanan romantikler ise, insanın iç ve dış dünyasına ait aklın kolayca çözemeyeceği sırlar sezmekteydiler. Böyle bir duyarlılık sonucu geçmişin; özellikle Orta Çağ’ın masal ve efsanelerine ilgi duydular. Sırlarla dolu, tabiatüstü niteliklere sahip olay, mekan ve insanlar üzerinde durdular. Diyebiliriz ki, romantiklerde güçlü bir geçmiş veya tarih duygusu vardır.
9- Hristiyanlık Duygusu: Romantiklerin dine karşı da belirgin bir ilgileri vardır. Ancak bu din, dogmatik Hristiyanlık değil, insanın duygu dünyasına hitap eden ve duygularla kavranan hissî bir Hristiyanlıktır. Onlar, panteizmi (Tanrı ile kainatın tek varlık olduğunu iddia eden felsefî akım) Hristiyanlıkla bağdaştıran bir tanrı görüşünü benimsemişlerdir. Eserlerinde sık sık metafizik konular ve üperişlerle karşılaşılır.
Madame de Steal bu konuda şunları söyler: “Eskilerin edebiyatı, başka bir topraktan getirilip dikilmiş bir edebiyattır. Halbuki romantik edebiyat, yerli bir fidandır. (…) Kökleri kendi toprağımızda olduğu için, yurdumuzda yalnız onu büyütebilir ve canlandırabiliriz. Bu edebiyat bizim dinimizi ifade ediyor, tarihimiz hatırlatıyor. Bu kaynaklarımız gerçi çok eskidir ama asla ‘eski zaman’ (antikite) değildir.”60
10- Tasvir: Romantikler, klasiklerden farklı olarak, gerek manzum gerekse mensur eserlerinde tasvire geniş yer ve önem verirler. Onların böyle bir tavır sergilemeleri; kişilik olarak içe dönük ve pasif oluşları, tabiata karşı derin bir alaka duymaları, mahallî ve millî renklere önem vermelerinden kaynaklanır. Üstelik tasvirler, ruh halinin, konunun daha güçlü anlatılması hususunda yardımcı olacaktır. Çok büyük ölçüde sübjektif olan romantizmdeki tasvir, dış dünyanın gerçekliğinden ziyade, o mekana bakan insanın duygu dünyasını sezdirecek mahiyettedir. Tasvir, tiyatroda, klasiklerin ihmal ettiği sahne, dekor ve kostüm hassasiyeti şeklinde tezahü eder.
11- Dil ve Üslup: Romantikler, öncelikle klasisizmin günlük hayatta herkesin konuştuğu, yaşayan tabiî dilden uzak sun’î, tumturaklı ve süslü dil ve üslübuna tepki gösterirler. Zira bu dil, önemli ölçüde akademik ve felsefî idi. Onlar, sanatkarın hüriyetini kısıtlayan ve onu dil ve üslupta sun’îleştiren kural ve kaideleri reddederler. Eğer bir kelime, ibare veya ifade biçimi, sanatkar tarafından eserde kullanılmışsa o güzeldir. Böylece onlar -özellikle şiirde- tabiî, yaşayan yeni bir edebiyat dili oluşturdular. Söz konusu dil ve üslup, klasiklerinkine göre daha samimî, daha ferdîdir. Bununla birlikte aşırı ferdiyetçilik, sanatkara büyük değer verme, okuyucu ve toplumu önemsememe gibi hususlar sebebiyle, romantiklerin dil ve üslüplarının zaman zaman çok keyfî ve sanatkarane olmasına, sun’îleşmesine zemin hazırladı.
Romantizm akımı, güzel sanatların diğer kollarının (mimarî, heykel,resim, musiki) yanı sıra, edebiyatın bütün dallarına (şiir, roman, hikaye, tiyatro) nüfuz etmiş; onun belirlediği sınırlar içinde pek çok eser vermiştir.
Romantikler, Romantizmin Temsilcileri:
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778): Romantizmin kurucularından Fransız filozof ve sanatkarı. Eserleri: Emile, Toplum Sözleşmesi, İtiraflar, Yalnız Gezenin Hayalleri.
Bernardin de Saint-Pierre (1734-1814): Fransız yazarı. Eserleri :Pol ve Virjini, Hintli Kulübesi, Doğanın Uyumları.
Johann VVolfgang Goethe (1749-1832): Alman şair ve yazarı. Eserleri: Roma Mersiyeleri, Divan (şiir), Faust l, II, Tasso, iphigenie Tauris’te (tiyatro), Genç VVerther’in Istırapları, VVİlhelm Meister’in Çıraklık Yılları, VVİlhelm Meister’in Gezi Yılları (roman).
Friedrich Von Schiller (1759-1805): Romantik tiyatronun en önemli temsilcilerinden Alman sanatkarı. Şiir, tarih, tiyatro tülerinde eserler veren Schiller’in önemli eserleri şunlardır: Haydutlar, Don Carlos, Maria Stuart, Hile ve Sevgi,, VVİlhelm Teli.
Madame de Stael (1766-1817): Fransız kadın yazarı. Eserleri: Edebiyata Dair, Almanya’ya Dair.
v François-Rene de Chateaubriand (1768-1848): Fransız roman, deneme, seyahat yazarı. Eserleri: Atala, Rene, Mezar Ötesinden Anılar,Paris’ten Filistin’e Yolculuk.
VValter Scott (1771-1832): İskoçyalı şair ve yazar. Eserleri: Kara Şövalye, Antikacı, VVaverley, ivanhoe, Guy Mannering, Old Mortality, TheHeart of Midiothian.
Lord Byron (1788-1824): İngiliz şairi. Childe Haroid’un Gezisi en önemli eseridir. Kabil, Sardanapal, Şilyon Mahpusu, Gavur, Don Juan, Abidos Gelini gibi tiyatro eserleri de vardır.
Aiphose De Lamartine (1790-1869): Fransız şair ve romancısı. Fransız şiirinin en büyük şairlerinden sayılan Lamartine şiirlerini Şairane Düşünceler, Şairane ve Dinî Ahenkler, Bir Meleğin Düşmesi adlı eserlerinde toplamış; Graziella, Raphael, Genevieve isimli romanlar kaleme almıştır.
Percy Bysshe Shelley (1792-1822): ingiliz şairi. Eserleri: Kurtulmuş Promete, Şairin Savunması, Yalnızlığın Ruhu.
John Keats (1795-1821): İngiliz şairi. Eserleri: Endymion, Hyperion, Eve of St Rgnes, Lamia.
Alfred de Vıgny (1797-1863): Fransız şairi: Eserleri: Eloa, Moise Le Cor, Kurdun Ölümü, Çoban Evi, Zeytin Dağı.
Alexandre Serguievitch Puskin (1799-1837): Rus edebiyatının en büyük sanatkarlarından birisidir. Şiir, tiyatro, roman ve hikaye tülerinde eserler veren Puşkin’in belli başlı eserleri: Kafkas Esiri, Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler (şiir), Boris Godunov (tiyatro), Yüzbaşının Kızı, Dubrovski, Maça Kızı, Biyelkin’ Hikayeleri (roman-hikaye).
Alexandre Dumas-Pere (1802-1870): Alexandre Dumas-HIs’in babası Fransız yazarı. Üç Silahşörler ve Monte-Kristo Kontu iki ünlü romanıdır.
Victor Hugo (1802-1885): Cromvveli önsözü ile romantizmin ilkelerini tespit eden Fransız şair, tiyatro ve roman yazarı. Başlıca eserleri: Sonbahar Yaprakları, Akşam Şarkıları, Işık ve Gölgeler, Yüzyılların Efsanesi (şiir), Hernani, Mahon De/örme, Kral Eğleniyor, Ruy Blas (tiyatro), Notre-Dame de Paris, S e filler {roman).
Charles-Augustin Sainte-Beuve (1804-1869): Fransız münekkidi. Başta tenkit olmak üzere şiir ve roman tülerinde de eserler vermiştir. Tenkitlerini on beş ciltlik Pazartesi Konuşmaları ve on üç ciltlik Yeni Pazartesiler isimli eserlerinde toplamıştır.
George Sand (1804-1876): Fransız kadın yazarı. Eserleri: Pembe ve Beyaz, Valentine, Lelia, Mahrem Notlar, Bir Yolcunun Mektupları, Lirin Yedi Teli, Ömrümün Hikayesi, Seylanlı Göl, Küçük Fadette, Mektuplar.
Gerard De Nerval (1808-1855): Fransız şairi. Eserleri: Lorely, Petits Chateaux. Doğuya Yolculuk.
Edgar Allan Poe (1809-1849): Amerikan şair ve yazarı. Eserleri: Helen’e, Çanlar, İşitilmedik Hikayeler, Marie Roget’in Esrarı, Altın Böcek, Kuzgun ve Başka Şiirler, Eureka, Şiir İlkesi.
Alfred de Musset (1810-1857): Fransız şair ve tiyatro yazarı, Eserleri: ispanya ve İtalya Hikayeleri, Geceler, Bir Zamane Çocuğunun itirafları.
Not: Adı geçen sanatkarlar ve eserleri, yüzde yüz bu akım çerçevesinde değerlendi- riliyor şeklinde anlaşılmamalıdır. 49Cevdet Perin, Fransız Romantizmi, DTCF Yay. Ank., 1942, s.11.
50Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s.734.
51Suut Kemal Yetkin, Edebiyatta Akımlar, Remzi Kitabeyi, ist., 1967. s. 98.
52Cemil Göker, Fransa’da Edebiyat Akımları, s. 32.
53Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Akımları ve Temel Metinler, s.82-83.
54Sevim Kantarcıoğlu, age. ,s.99.
55Suut Kemal Yetkin, Edebiyatta Akımlar, s.31.
56Cevdet Perin, Fransız Romantizmi, s.10.
57 Suut Kemal Yetkin, Edebiyatta Akımlar, s.32.
58 Cemil Göker. Fransa’da Edebiyat Akımları, s. 33.
59 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yay., ist., 1983, s 83.
60 Ahmet Kabaklı, Tük Edebiyatı, C.l, Tük Edebiyatı Vakfı Yay, ist, 1978, s 343.